"Enter"a basıp içeriğe geçin

Akademik ifşa üzerine…

Geçtiğimiz günlerde web sayfamı elden geçirirken akademik performans değerlendirme üzerine popüler mecralarda yazdığım yazıların evrimi dikkatimi çekti. Sanıyorum bu konuda yazdığım ilk popüler yazı 2018 Nisan ayında HBT’de yayınlanan “Çöp yayınlar başarıyı ölçmemeli” başlıklı olanı. O yazıyı şu paragrafla bitirmişim o zaman: “Gel gelelim bilinçli oyunculara. Onları alt etmek en zor görünen ama aslında en kolay olan iş. İfşa edeceğiz, ödüllendirmeyeceğiz, takdir etmeyeceğiz, susmayacağız ve korkmayacağız. İyi bilimin kötü bilimi kovmasına yardımcı olacak, freni patlayıp son sürat duvara doğru giden akademik sistemi çarpışmadan hemen önce durduracağız.”

Doktorasını yeni almış, akademik sorunları akademinin ulvi amacına olan inancı ve güç birliği ile çözebileceğine inanan, fazla heyecanlı, dünyayı, en azından içinde yaşadığı ülkedeki aksayan yönleri değiştirebileceğini sanan bir gencin anlık heyecanla yazdığı yazıyı görüyorum bir süredir bu yazıda. Fazlasını değil. Ha bir de kendisi gibi düşünen okuyucuları gaza getirmek için sarf ettiği “en kolay olanı” yalanlarını. “Yaparsın sen” alt metinli kişisel gelişim zırvalarından hallice bir gazlama mekanizması. Gel gör ki gerçek dünya gazla çalışmıyor ve en kolay olana yönelik “uçucu” tavsiyeler de sıklıkla sonuç vermiyor.

Bir şeyi itiraf edeyim. Bu “ifşa edeceğiz” benim hiçbir zaman yapabileceğimize inandığım bir şey değildi zaten. Toplu bir beyin fırtınası sonucu ortaya çıkmıştı ve fikir güzel geldi o zaman. “İfşa edeceğiz. Böylelikle ödüllendirmeyeceğiz”. Ancak “ifşa etmek” fiilinin sözlük anlamında atladığımız bir şeyi fark ettik sonra…

“Gizli bir şeyi ortaya dökmek”… İfşa edeceğiz diye yaygara kopardığınız bir şeyin “gizli” olması gerekirdi. Oysa ortada gizli herhangi bir şey yoktu. Akademide ne yapılıyorsa gözler önünde yapılıyordu zaten. Görenler, görmezden gelenler, bir de fiilleri hayata geçirenler vardı. Yani gizli bir şey olmadığı için iyi çalışması beklenen bir ifşa mekanizması da olamazdı.

Zaman geçtikçe ifşa mekanizmasının yarardan çok zarar getirebileceği de çıktı ortaya. Çünkü “ifşa” sanıldığı kadar masum değildi. Kimi, neden, ne amaçla ifşa ediyorduk? Amacımız hırsımızı çıkarmak mı sistemi düzeltmeye çalışmak mıydı? Cadı avına çıkmanın kime ne yararı olacaktı? Çok geçmeden günümüzde sosyal medya üzerinden işleyen bir ifşa mekanizmasının yarardan çok zarar getireceği bazı bilinmez kişi veya kişilerin faaliyetleri ile ispatlandı zaten.

Son iki-üç yılda Twitter’da dünya kadar “akademik” titrli hesap açıldı malum. Bazıları popi olmak için, bazıları cadı avı sürdürmek için… Bazısı ifşa ettiği ilk büyük akademik vurgunda tası tarağı toplayıp kaçtı ya da kullandığı dili, profilini değiştirdi.

Sonra başka başka hesaplar türedi. Bu hesaplar kullandıkları dili gittikçe çirkinleştirerek devam ettiler ifşa işine. Kaşını gözünü beğenmediği insanlara, rakiplerine, anlaşamadıklarına, cevap veremediklerine ifşa tehdidi savurdular. Sonra bir gün aşağıdaki tweet’i gördüm bu hesaplardan birine atılan:

Bu “ifşa” mekanizması ticari bir yapıya dönüşmesi en muhtemel yapılanmaydı aslında. Yıllardır yağmacı dergileri, para ile unvan satın alanları veya kitap yazarlığı satanları eleştirirken onları ifşa ile yok edebileceğimizi düşünmek ahmakçaydı. Para ile yayın yapan kişiler parası neyse vererek birinin kariyerini bitirebilirdi de. Bir öğrenci dersinden kaldığı hocasını, bir çalışma arkadaşı rakip gördüğünü ifşa edebilirdi sebepsiz ve bu lekeyi silmek sanıldığı kadar kolay olmayabilirdi. Çünkü bu hesaplar yalnızca evrensel olarak kabul edilmiş etik dışı uygulamaları ifşa etmiyordu. Örneğin, çok yazarlı bir sağlık bilimleri makalesi hesap sahibince “fazla” yazarı olduğu düşünüldüğü için ifşa ediliyordu ve aynı anda onlarca insan ifşaya odunlarıyla koşuyorlardı:

Tane tane çok yazarlı yayının kötü bir uygulama olmadığını anlatmaya çalışanlar da vardı elbet. Ancak hiçbiri yukarıdaki “aşırı komik” yorumlar kadar etkileşim almıyordu. İlk taşı onlar atmamışlardı nasılsa, sonraki taşları kimin attığı pek de önemli değildi. İfşa mekanizmasının yarattığı bölüm sonu canavarı önüne kattığı herkesi ve her şeyi yiyerek büyümeye devam ediyordu. O büyürken tehlikeyi kaç kişi görüyordu belirsiz. Çünkü takipçileri arasında kocaman kocaman “profesörler” vardı ve bazısı alkış tutuyordu her ifşaya. Aslandı onlar, kaplandı. Ahlaksızlıkla onların anladığı “ahlaksız” dilde savaşmak gerekirdi hem. Çiçek mi vereceklerdi hırsızlara, ne güzel çalmışsın mı diyeceklerdi? Tabi ki küfür edeceklerdi ifşa ederken, çünkü ahlaksızlıkla mücadele edebilmek için ahlaksız olma şartı vardı (!).

Bugün akademik Twitter ifşaları eskisinden daha az. Birkaç hesap eril küfürler ederek son verdi ifşa hayatına. Bazısı daha sessiz ve derinden ilerliyor. Benim bu yazıyı yazma motivasyonum ise 2018 yılında yanıldığımı görmüş olmam. O kişisel gelişim tandanslı “ifşa ediciğiz” safsatalarının akademiyi düzeltmeye yetmeyeceğini fark etmiş olmam…

Bu “aman ağzımızın tadı kaçmasın Ali Rıza Bey” demek değil. “Ahlaksızlıklar karşısında çiçek olup bekleyelim, sesimizi çıkarmayalım” demek de. Bir sorunu çözmek istiyorsanız önce o sorunu anlamanız gerek. Eğer bir sorunu zaten herkes biliyorsa onu çözmek için bunu herkese duyurmak nafile bir çabadan fazlası değil. Akademideki ahlak problemini çözmek için zaten herkesin bildiği şeyleri herkese anlatmak boşa boğaz ağrısından fazlası değil.

Popüler bilim dergilerinde yazdığım yazılardan gün itibariyle hiçbir satırında yanıldığımı hissetmediğim bir yazı var: “Akademinin yel değirmenleriyle savaşında Don Kişot olmak“. Neden bu yazıyı çok sevdiğimi anlatabilmem için benim Don Kişot’u nasıl tanımladığımı bilmeniz gerek. Pek çokları için Don Kişot’u “aptal kahraman” olarak resmetmek kolaydır. Acısızdır. Hayali uğruna, doğru bildiği uğruna savaşanlar aptaldır çünkü. İdealleri saçmadır. Ancak La Manchalı asilzade Don Kişot’u, ya da Dostoyevski’nin Prens Mışkin’ini hakkını vererek okuduysanız bilirsiniz ki budala ya da deli olmak sanıldığı kadar kötü değildir. Bu dünyaya uygun değildir belki ama hakkıyla yaşamak için belki de bu dünyadan gibi davranmamak gerekiyordur. Belki bazen elini taşın altına koymak, belki bazen tam zamanında o taşın altından çekmek gerekiyordur.

O yazıyı Don Kişot’un en sevdiğim sözlerinden biri ile açmıştım: “Ey Sanço, bil ki bir adamın diğer bir adama üstünlüğü, onun başaramadığı şeyleri yapmakla olur…” diyerek. Bugün geldiğim noktada akademideki ahlak savaşını kim kazanır bilmiyorum. İyi kim, kötü kim onu da bilmiyorum. Ancak savaşmanın yollarını biliyorum ve bu yollardan birinin ifşa etmek olmadığını da. Haklıyı/haksızı, suçluyu/suçsuzu, bileni/bilmeyeni etiketlemek bizim işimiz değil. Çözümü başka yerlerde aramak gerek.

Yel değirmenleri yapılır, yıkılır, sonra yenileri gelir. Sonra onlar da yıkılır. Sonra hiç yıkılmayanlarını inşa ederler. Sonra yıkılmaz dedikleri de yıkılır… Karşısına geçer keyif yaparız sonra o yıkıntıların.

* Blogumun taslaklar kısmı çalışmak için oturulmuş gecelerde odaklanılamadığı için işten kaçma aktivitesi olarak yazılmış yazılarla dolu. Bugün bunu seçtim tamamlamak için. Yarına kısmet. Çalışabilmeyi yeğlerim.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir